12 Ekim 2017 Perşembe

Hayırlar ve Şerler Arası Cereyan

Bu hayata bir kere gelip milyarlarca insanın hiçbir zaman sahip olamayacağı kusursuz nimetlere sahip olma nasibine erişenler var. Pilot olup dünyada, bir günde gördüğünü pek çoğunun ömür boyu göremeyeceği şeylere müşahede etmek bir yana; dünyayı galaksiden seyretmek de var bu nimetler arasında. En değerli zümrüt ve yakutları elinde bulundurmak da, seyyah olup doğayla ve mimariyle tanışmak da, büyük devlet adamı olarak herkesçe bilinmek de, tarihe ve gelecek nesillerin kitaplarına adını yazdıracak bir niteliği taşımak da, dünyaca ünlü olmak da, en bilinmez denklemleri çözmeye çalışan dehayı kafada tutmak da, develerle altınların olduğu sandıkların anahtarlarını taşıyacak kadar zengin olmak da... Çok garip değil mi? Ben birkaç yıldır bunu düşünüyorum ve anlayamadıkça daha da garipsiyorum. Bir yanda önündeki birkaç gün daha yaşamak için para kazanmayı, bombalanan evine bir daha asla gidemeyecek olmayı, anne-baba sevgisini hiçbir zaman tadamamış yetimliği, karın tokluğuna çalıştığı işte bu dibi görmemiş üst düzey insanlara hizmet etmeyi, isimsiz bir mezarda yatıyor olmayı düşündüğümde manzara daha da acılaşıyor.

Düşün bir kez: Bu hayata yalnızca bir kez geleceksin ve dünyaya yön verebilecek donanıma, birikime sahip de olabilirsin; kendine -ve eğer biraz şansın varsa etrafındaki birkaç insanın hayatına- katkısı olan sıradan(!) biri de. Bunu idrak edemiyorum çünkü. Ömrünün hatırı sayılır bir bölümünde kendini çok iyi yetiştirdiğiyle, başka insanların kalbine dokunduğu ve rehber edinilmiş olduğuyla övünen bir akademisyen olabilirim ama bu beni, gece yastığa başını koyduğunda gelecek günlerinin tasasını çekmekle iştigal etmeyen turşucudan daha nasipli yapmaz. Kaldı ki akademisyenin çok kaka, turşucunun da çok mülayim olduğu da net değil -ki ben bunu da idrak edemiyorum. Ama stratosfere çıkıp, helikopterden boşluğa atlayıp paraşütle Zakynthos sahiline inen ve berrak denizin dehlizlerinde balıklarla yüzerken fotoğraf çekilen gençlerin, bu dünyada neyin yokluğunu çektiklerini de idrak edemiyorum. En çok da nelerin gerçekten nimet olduğunu anlayamamamı garipsiyorum. Beni bu hayata; 100 metre koşusunda rekortmen yahut senfoni bestecisi yahut bilyoner veya kulağı, gözü, ayağı vb. vücudunda noksanı olan bir kulu olarak getirmeyen Allah, benim neyimi diğerlerinden farklı yarattı?

Anlayamıyorum. Anlayamadıklarımdan biri de şu: Mevzu bahse temelden yaklaşırsak hızlı yoldan para kazanan insanlar varken sen niye hiç bunu beceremiyorsun ve Allah ona bu gücü verirken ondan neyi aldı ya da sana ne verdi? Kafam buna da çok takılır. Birinde gördüğün meziyete imrenip “acaba onda eksik olan ne” ve “acaba bendeki meziyet ne” diye düşünme hastalığı bu.

Şu işi görüyor musun? 75 sene yaşayıp tarihin akışına ve gelecek olan insanlığa yön verebilecek birisi de olabilirsin ama sen evsizlere çorba dağıtmayı tek fani gaye haline getiriyorsun. Ve sonra ölüyorsun...

Noksansız ve büyüleyici güzellikle yaratılmış bu çok geniş evrenin içindeki dünyaya bir kez gelebilmek, insan aklının alamayacağı devasa büyüklükteki âlemde yaşayıp nokta kadar yer etmeden (ve yer ettiğini zannederek) göçmek ne acı...

keşke yaşamak tecrübesini tatmış olsaydık, acemi olmak bu dünya için ağır bir külfet.
 
Ama artık siz de ilginç buluyorsunuz değil mi?

Son zamanlarda kafa yorduğum halde şuradaki soru işaretlerini kelimelere istediğim gibi dökemediğimi fark ettim. Neyi anlayamadığımı, anlatamıyorum.

... 

Bu yazıyı başka bir yerde paylaştıktan sonra şu mesajı atan bir dostum var: "Yazını okudum, sen gerçekten özel birisin, niye öyle düşünüyorsun?" Aslında şurada yazdığım şeyleri düşünürken ne kadar nankör ve bencil olduğumu da cümle aralarında hatırlatıyordum. Fakat bu, her halükarda nasipler arası cereyanıma mani değil.

24 Şubat 2017 Cuma

Fikirler Arası Cereyan

Üniversiteye başladığımda İlim Yayma Yurdu'nda kalıyordum. 2 senem yurtta geçti. Elde bilgisayar yok, telefon dandik, kimseyi tanımıyorum, okul-yurt arası mekik dokuyorum… Derken biri gelip "Bizim ilahiyatçılar menzil çay ocağında takılırlar genelde, oraya git" dedi. Yurtta kaldığım iki sene içinde menzilde çok uzun süre takıldım. Haftanın en az 5 günü orada geçerdi ki bu abartı değil. Yapacak iş de yok. Akşam 8 de olsa gider, oturur, 217 bardak çay içer kalkardım (sonradan gördüm ki oraya giden tek ilahiyatçı da bendim). Tabi şöyle bi şey var; ben üniversiteye geçene kadar tarikatlar hakkında hiç pratik bilgim yoktu, tarikat mensubu biriyle tanışmamıştım, zırcahildim bu konuda. Hatta o kadar menzil çay ocağının kimlerden olduğunu bilmiyordum ki, beni orada sürekli görüp muhabbet eden çaycı Hasan abi "bak burası Gavs-ı Sani hazretlerinin çay ocağıdır" diyene kadar da buranın tarikata bağlı bi dükkân olduğundan habersizdim. Neyse, 2 sene boyunca sürekli menzilcilerle konuştum, gencinden yaşlısına ve türlü türlü mensubuyla muhabbet ettim. Her gün de ordayım, oraya gelenler de belli, tabi beni de sürekli görünce "nerde okuyon, memleket nere"yle başlayan muhabbetlere dalıp durdum. Ve tam 1 sene boyunca defalarca beni kendilerine almak istediler; "Adıyaman'a bi git, anlatıldığı gibi olmadığını görcen" falan dediler ki Allah'ın hakkımda yazdığı kaderdir; o dönem de kafamın en karışık olduğu dönemdi. Bi ara kendimi çok kaptırıp "ya bu adamlar bu kadar anlatıyorlar, katılıyorlar ve canhıraş davet ediyorlar, yoksa bunların ki doğru olmasın" diye haftalarca düşündüm, ciddi ciddi beynimi kemirdim.

Allah'ın hakkımda yazdığı yazgıda, aynı dönem içinde her türlü İslami anlayış, ideoloji ve İslami denilen fikirle tanıştım: İslami felsefe, hadis inkârcılığı, bidate boğulmuş dini yaşam, selefilik, antikapitalist İslamcılık, muhafazakârlar, Mavera Gençlik Hareketi'nin kızlı erkekli karışık düzenlediği sonraları partilere dönüşen sohbetleri, radikallik, edipyükselizm... Ne kadar fikir varsa hepsiyle peşpeşe yüzleştim. Bunlar yanıltmasın; bu fikirlerin mensubu olmadım, merak sardım anlamında, sadece duydum ve tanıdım. O ara çok araştırdım hepsini ve de asıyorum kesiyorum falan, bi de Müslümanların öğrenci evinden çıkmışım, o lâ senin, bu tağut benim... Bi yanda din sosyolojisinde Karl Marx ya da Muaviye'nin askerlerinin mızraklarına ayetler yapıştırması tartışmaları; öbür yanda Nouman Ali Khan ve Edip Yüksel; diğer yanda "Hz. Âdem’in babası var mıdır", “Diyanet hıyanet midir?”, "Daru’l Harp’ta cumaya gitmek farz mıdır"; bunlara tarikatlar, ikiz kuleler, Suriye direnişi, newroz kutlarken göbek atan başörtülüler, "Buhari'yi çıkaralım, fıkhı yeniden yazalım"lar ekleninceee kafam oldu Charlie Hebdo. Yemin ederim. Bi de ben de alevliyim böyle. Bi yanda Hasan el-Benna sohbeti veriyorum, diğer yanda "oy kullanmak ehveni şer midir" tartışmaları, Çorum meydanda "katil İsrail Filistin'den defol!" naraları, Facebook'ta Selahattin Demirtaş'a lanetler falan. Yani kafam karışık, fikirlerimi de hiç oturtamamışım ama öyle sessizce de beklemiyorum, olayların içindeyim, hep bi aksiyon. Zaten her gün ayrı bi hoca çıkıyor; Caner Taslaman, Mehmet Okuyan, Faruk Beşer, İhsan Şenocak, Cübbeli Ahmet, Alparslan Kuytul, Ebubekir Sifil... Daha çok var da aklıma gelmiyor şimdi hepsi. Hepsinin ayrı sohbetleri, gündem olmalarına müsebbib yenilikçi ya da cedele götüren fikirleri var, “Falanca hoca böyle demiş, senin bu konu hakkındaki görüşün ne?” ile başlayan ve bittikten sonra kimseye hiçbir yararı olmayan, sadece kimin ne kadar haksız olduğunu kendine göre mukayese ettiğin, büyütülmüş tartışmalar... Sancaktar okuyorum tabi bi de. Seyyid Kutub da düşmüyor ha elimden. O ara kimi abi/rehber edineceğimi de şaşırmışım. "Şia'nın da Allah belasını versin" durumları. Twitter'da takıla takıla doğru dürüst bilgi sahibi olmadığım El Kaide'yi de takım tutar gibi savunuyorum... Tabi hayatta herkesin bi gayesi var, kimse "ben şeytana hizmet edicem" demez. Savunduğu doğrusunu niye savunur, neleri sorgulamıştır, neler yaşamıştır, neden böyle söyler; bunları da hesaba katıyorum tabi... Haliyle kafayı yedim. Çünkü –durumun izahını mübalağasız yapmak gerekirse- zihnimi yokuş aşağı vurdura vurdura sonunda tosladım. En nihayetinde bir müddet arayış içinde kaldım, ardından içinde bulunduğum tüm durumları sorgulamaya başladım; "niye mezhepler var, nerden biliyoruz doğru olduğunu bize doğru denilenlerin, Peygamberimiz'e 'efendimiz' dersek şirk olur mu, rabıta neydi, rabıta emekti"... Allah "ipime sımsıkı sarılın" diyor, her grup "biz o ipe tutunduk, siz gelin" diyor. Fakat hepsinin itikadi olarak ayrıldığı derin noktalar, uygulama ve metodoloji sistemi var, hepsinin de aklının yanında sunduğu nasslar var. Edip Yüksel de ayet gösteriyor, Bayındır da, İslamoğlu da. Hakan Albayrak da "ben Müslümanım" diyor, Abdurrahman Dilipak da, Rıdvan Kaya da, Cihan Aktaş da, Mehmed Göktaş da, Hamaney de, Erdoğan da, Gannuşi de, Nureddin Yıldız da.

Doğal olarak güvensizlik oluştu; önce sadece Müslümanlara, sonra genelinde insanlığa karşı ehemmiyetimi yitirdim. Ben de bu yoğun ve gürültülü gündeme karşı susmayı tercih ettim. Alevli, büyük puntolu yazılar, altı çizili iddialardan uzak durmaya karar verdim. Sadece var olanı izlemeye, eleştirmemeye ve yorumlamamaya çalıştım. Artık fikirleri ve onların sahiplerini anlamayı denemenin benim için faydasız olduğuna, "ne oldu da bu insan bunu düşündü" demenin kâfi gelmediğine kanaat getirdim. Bugün görüldüğü sanılan şeyin, yarın geri dönüşü olmayan yolda pişman olmayacakmışçasına, hata payı bırakmadan bir gazla yorumlanmasından imtina etmeye; sadece iki hafta önce herkesi öfkelendirip sert ve yıkıcı konuşmalar yaptıran, ahirinde herkesin çabucak unuttuğu meselede edilecek bir lafın geri dönmesinden endişe etmeye; bir ağacın gölgesinde dinlenme süresinde geçen dünya hayatında heveslenip konuşulanların akışına kapılmaktan korkmaya ben sivil itaatsizlik dedim. Akıntılı suya karşı verilen mücadelede, bir tavır haline getirdiğim sükûtu, sivil itaatsizlik ile sürdürmeye niyetliyim (en azından şimdilik böyle düşünüyorum).

Eh yoruldum be. Anlatmaktan da, dinlemekten de, oradan oraya savrulup “Hangisi doğru bunların ağbi” demekten de bıktım. En çok da; en basitinden başlayıp en şaşalısına kadar giden fikirlerin; günlük hayata uygun olmadığını veya yaşanılmadığını görmekten bıktım; hep bi idealizm, hep bi ütopya... Ama insanlar da bıktırdı ki beni zaten. Kime güveneceğimi bilemez hale geldim. Sevdiğim, saygı duyduğum insanların isteyerek ya da istemeyerek uğrattığı hayal kırıklıkları da az değildi. Tabi inzivaya da çekilmedim, dünyadan elimi eteğimi çekmeye henüz niyetim yok (tamam Karadeniz'de yayla manzaralı, sobalı bi eve falan kaçayım diyorum ama ömrümün sonuna kadar değil, bi 80 sene için falan). O yüzden pek konuşmuyorum artık, heyecanımı yitirdim biraz. Sonunda geldiğim kıvam şu oldu: "Bir kadeh sessizlik doldurdum, daldım gittim semaya / Güz geçti, bahar geçti derken bir gün daha görsek ne âlâ"

Daha önce de dediğim gibi dün yaptığım şeyi doğru olduğuna inanarak yaptım, bugün de yapıyor olduğum şeyi doğru olduğuna inanarak yapıyorum.

________________________________________
Ben bu fikirler arası cereyanımı, kayboluşumu, serüvenimi yazdım; zira fitne, soru işareti, ahkâm kesme ringi, vakit kaybetme düzeninin varlığından herkesin haberdar olmasını, benim gibi pek çok arkadaşın düştüğü bu dipsiz garabeti, naçizane gösterebildiğim ölçüde, görmesini istedim. Yanlış anlaşılmanın önüne geçmek için de eklemek istiyorum: Bu yolun insanı pes ettirecek bir yönü olduğundan bahsetmek ya da bir şeyleri kanıtlamak gibi bir hedefim olmadığını söylemek zorundayım.

Yazının sonunda; mücadele azmimi büyük oranda kaybettiğim ve vazgeçtiğim için beni suçlamakta haklı olmanız pek tabiidir. Ama öyle diyordu bir mütevettir: “Uçabildiğini kimseye söyleme, öyle bir inanmazlar ki, düşersin.” Bu minvalden baktığımızda ben uçmayı hiç denemedim. Ancak Nasreddin Hoca misali: Oğlumla eşeğin üstüne bindim, eleştirdiler; tek başıma bindim, eleştirdiler; yalnız oğlumu bindirdim, eleştirdiler; ikimiz de binmedik, eleştirdiler :) Okuduğunuz için Allah razı olsun. Saygılar.

3 Mayıs 2016 Salı

Dinin Yaşanması Mı, Yaşatılması Mı?

Kafam karışık.

Atatürk'ün Çanakkale Savaşı için söylediği "Biz oraya bir darülfünun gömdük" sözünden de anlaşıldığı üzere yeni kurulan cumhuriyette pek çok eli kalem tutacak, sonraki nesillerin ihyasını inşa edecek eğitimli ve genç insanlar inşallah şehid oldukları için yer alamadı. İmparatorluğun yıkılıp cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte yürürlüğe giren kanunlar da halkın ehemmiyetle sahip çıktığı İslamî değerleri öğütleyen alimlerin asılmasına, böylece dinî eğitimden uzak kalmalarına sebep olmuştu. Çanakkale Savaşı'nı ve sonraki kanlı mücadeleleri göremeyen genç nesil, medeniyet kisvesiyle geniş bir milletin İslamî yaşamı, hukuku, ekonomisi, eğitimi, kültürü ve geleneğinden, kısacası özünden koparılarak baştan sona değiştirilmiş yeni bir devlete yelken açtı. Neredeyse halkın her kesiminin Müslüman olduğu bu düzende, düzenin kendisi gayri İslamî idi. Sonraki dönemlerde ise ya Müslümanlar ayaklanıp devleti yıkarak tekrardan halifeliği ilan edecek ya da içinde bulundukları rejimi, ister istemez bir şekilde besleyerek kendi yollarını, devlet ve hukuk sistematiğine oturtmadan çizmeye çalışacaklardı. Bahsi geçen ikinci yönteme uymanın bazı dezavantajları da mevcut elbette: Rejimin çeşitli baskı ve işkencelerle İslamî çalışmaları akamete uğratması veya psikolojik savaş diye adlandırabileceğimiz şekilde değer yargılarının içini boşaltarak, sisteminin bazı parçalarını benimseterek dini ve Müslümanları zaman içinde yozlaştırması. Sözün kısası ya maddi anlamda zarar verecek -ki bu insanî açıdan yadsınamaz- yahut manevi anlamda zarar verecek -ki bu da zaman gerektiren bir iş-. Dolayısıyla bu da Türkiyeli ümmetin ferdlerini bir çıkmaza sürüyor. Üstelik yüzyıllık bu çıkmazın belki de en zorlusunu şuan yaşıyoruz. Kafam karışmasın da ne yapsın?

...

Ak Parti hükûmetiyle birlikte İslamî çalışmalar hız kazanmakla beraber hem daha güvenli, hem daha yaygın, hem de devlet desteği buluyor. Uzun yıllardır bahsedilen "köşe başlarını tutma" başarısı hiç bu kadar ileri gitmemişti. Artık siyasi arenanın kadroları İslamî hassasiyete daha saygılı. Din artık gerek insanlar arasında, gerek medyada eskisine göre daha popüler, konuşulup gündeme gelmesinde gelişmeler sağlanıyor, yeni nesiller namaza alıştırılıyor, muhafazakâr STK'ların sayısı artıyor, İslamî eğitim destekleniyor, yani İslamî yaşamın zerreleri görülüyor. Ve ülkede gerçekleşen dinî hassasiyete saygılı tüm manevralar, onca vakit çeşitli alanlarda dayatılan dinsizlik ve pozitivizme nazaran evlâ görünüyor. Peki bu topraklarda yaşayan Müslümanların laiklik ve demokrasiyi benimseyip itikadlarını bozmalarıyla kıyaslarsak evlâ mıdır? Allahualem.

Evet yeni nesil namaz kılmayı, Kuran okumayı, Hacc'ın farzlarını öğreniyor ama aynı zamanda, bilhassa devlet eliyle normalleşen faizli kredi çekmeyi de öğreniyor. Muhafazakar ailelerin şimdiki çocukları başörtüsünün faziletlerini biliyor; ancak İslam'ın uygulanabilir, siyasi bir sistem olduğunu bilmiyor. Elbette ki namaza alıştırılan çocukları görünce seviniyor ve artmasını niyaz ediyoruz. Fakat ileride faizi normal görmeleri üzücü olur. Bu dindar neslin itikadî sorununun, Ak Parti hükûmetinin yeni anayasal değişiklikleri için sıkça söylenen "zamanla o da olacak, bak gör" listesine girmesi mümkün değil.

Gencinden yaşlısına Türkiyeli Müslümanların büyük çoğunluğu Allah için ibadetlerini yerine getirip parasını da Allah'ın düşmanlarına veriyor. Aynı zamanda gencinden yaşlısına Türkiyeli Müslümanların büyük çoğunluğu İslam'ın vurguladığı edep öğretisinden de nasiplenemiyor. Namaz kıldığı halde dua etmeyen, dua edip namaz kılmayan, sahtekâr, kazancında bereket olmayan, hep daha fazlasına tamah eden, dinin emrettiği merhamet ve adaletten bi'haber, dinin işine geldiği kısımlarında boy gösterip işine gelmediği kısımlarında beri duran veya dinî anlayışı seküler düşünce ile harmanlayarak bu yeni formu din diye yansıtan geniş bir kitle zuhur etti. Yani içinde yaşadığımız topraklarda yapılan ibadetler günlük hayatın tamamına ya da bir kısmına yansı(ya)madığı için; dini, yeryüzünde yaşamak yerine göğe sıkıştırmayı yeğleyen laiklik kavramı da vücut bulmuş oluyor.

Akıllara şöyle bir soru geliyor: Dindar bir nesil yetiştirme pahasına laikliği savunup idame ettirmek mi, yoksa "ben sizlerden değilim" diyerek beri durmak mı? Tabi ki bu soru, öyle bir cümleyle sorulup cevaplanarak kapatılacak basit bir konu değil. Fakat tahlillerimiz üzerinde iyi durmalıyız. Bu dünyaya Allah için geldiysek O'nun için ve O'nun istediği şekilde yaşamalıyız, dertlerimiz de dünyada kazanmak üzerine olmamalı. Bizim ve sonradan gelecek nesillerin âbid olması için hükûmetin laiklik vurgusunu desteklerken "hak etmişlik" hissetmek yanlış olur.


Bununla birlikte demokratik düzene uyanlara "ben sizden beriyim" diyenler olarak on yıllardır varız ve düzene dair hiçbir şey yapmadık. Örneğin sistemin ana hatlarını korumaya yemin eden hükûmetin birinin gidip diğerinin  gelmesinde rol oynasak da, oynamasak da vergilerimizle sistemi ve ana hatların uygulanmasını beslemeye gayet devam ediyoruz. Kimseyi eleştirme niyetinde değilim, bu baştan sonra bir özeleştiri. Evet demokrasi ve laiklikle, meclise girip yemin ettikten sonra "İslam için çalışıyorum" demekle olmaz, olmuyormuş ("İslam için çalışıyorum" dememek de buna dahil). Peki neyle olur? Sonuçta piyasada Dâru'l-harbı tartışıp evinde âbid olanlar da düzene maddi anlamda şimdiye değin bir değişiklik/yenilik getirmedi ancak rey verenleri suçlamaya devam ediyorlar. Demek istediğim; "demokrasiyle olmaz"cılığın alternatif düzeni henüz yok; evet bu düzen için çalışmalar var ama kendisini görmek nasip olmadı. Bu çıkmaz sokak da 100 yıldır laiklikle yönetilen Müslüman halkın, sonu görünmeyen bir döngüye girmesine sebep oluyor. 

Kendine Müslüman diyip İslamofobisi olan ya da kendine Müslüman diyip haramlara bulaşanların ülkesidir Türkiye; kafa karışıklığımı tabii buluyorum.

22 Mart 2016 Salı

"İhanet Mi? Biz Sadece Erdoğan Gitsin İstiyoruz!"

Ülkeye atom bombası atılsa veya ülke işgal edilse üzülmeyip aksine sevinecek geniş bir kitle varmış. Yok canım daha neler!

Tabi ki ülke işgal edilse, yönetimi değişse, başa zalim biri gelse sevinecekler var. Tabi ki bunu can-ı gönülden isteyen bir kitle var. Çünkü onlar yalvar yakar Batı’dan kendilerini koruyacak birini istiyor. Bir sıkıntı olduğunda onlara şikâyet ediyor, onların Türkiye üzerine yaptıkları eleştirileri takdir edip ülkesinde paylaşıyor, onların yaşam tarzının kendi ülkeleri için en iyisi olduğuna iman ediyor, büyük/küçük tüm hatalarını görmezden gelerek onları allayıp pulluyorlar. Devletin en gizli bilgilerini dünya ile paylaşan herkesi kendilerinin kurtarıcısı olarak görüyor, devlet düşmanı örgütlere alenen destek olmakta hiçbir ihanet imgesi bulamıyor, hatta canlı bombalara taziyeye gidiyorlar. (Son zamanlarda bu tarz meselelerin bu kadar normal olması, artık olayın tamamen patolojik olduğunu gözler önüne seriyor.)

Amaç ne? Bir zamanlar büyük bir aşk ile sahiplendikleri büyük devletin, alışık olmadıkları ve hiç hoşlanmadıkları yeni yönetimini; Batı’nın önüne serme, iç ve dış kaynakları dahil tüm sınırlarını peşkeş çekme pahasına devirmek. Yeni gelecek sistemde demokratik düzenmiş, ifade ve basın kısıtlamasıymış, hırsızlık ve eşitsizlikmiş, diktatörlükmüş, yerüstü/yeraltı kaynakların tamamının hibe edilmesiymiş… hiç önemi yok! Bugün yaşamakta olan Kemalist, Solcu, Sosyalist, modernlik zırvacısı, terörist vs. zihniyetin istediği tek şey; kendilerinin her türlü fikir ve yaşam hürriyetine sahip çıkan, İslami hareketi de akamete uğratan “herhangi” bir sistem.

Türkiye sınırları içinde aktif olan son liberal Atilla Yayla, devir henüz Laik rejimin yönetimindeyken bir televizyon programında toplumu çağdaşlaştırma adına İslami hareketi bastırmak isteyen zihniyete karşı şöyle bir cümle kuruyor: "Sizin savunduğunuz değerler, çağdaşlık adına toplumun bir kesimine tepeden inme belli değerleri zorla benimsetme değerleridir." Sonra da bugün yaşadığımız ve 10 senedir var olan siyasi sıkıntıların neden gerçekleştiğini haber veren bir önermede bulunuyor: "Siz zannediyorsunuz ki; kamu otoritesi hep sizin kontrolünüzde kalacak ve dolayısıyla bu böyle gidecek. Tersinden düşünelim lütfen; kamu otoritesi başka bir gücün eline geçti, sizin değerlerinize ters bir gücün eline geçti. Ne yapacaksınız? Nasıl savunacaksınız kendinizi?"

Şimdi ki devir, Laik Demokrat Kemalist devri değil ve bu devir biraz uzun sürdüğü için, hatta bir ölüm gelmedikçe çok daha uzun süreceğini bildikleri için oldukça korkuyorlar. Dolayısıyla beslendikleri zihniyet olan Batı’dan, kendilerini bu yobaz ve baskıcı(!) devletten kurtarmaları için yardım istiyorlar (Bu tam olarak Kurtuluş Savaşı’nda işgalcileri desteklemek gibi). Tabi eğer ülkede gerçekten bir işgal olursa onlara dokunulmaz. Tarih tekerrürden ibarettir. Çanakkale Savaşı, Cumhuriyet ve Medeni Kanunu’nun ilanı, halifeliğin kaldırılmasından sonra da böyle olmadı mı? Batılı gayri İslami yaşamı destekleyenler muhafaza edildi, İslami fikir ve yaşam hürriyetinde ısrarcı olanlar asıldı.

Örnek verelim: "Halkın desteğini arkasına almış sanatçılar" ifadesindeki halk da, sanatçılar da sadece Atatürkçü düşünce ürünüdür. Bu ifadedeki tuhaf olan şey ise içinde bulunan "halk" ve "sanatçı"nın, ülkedeki geniş toplumun kültürü ve diniyle bağının büyük oranda kopmuş olmasıdır. Diğer bir deyişle; mezkûr zümrenin, toplum bünyesinde barınan dini hassasiyetlerden ziyade Batı kültürünü modernite kisvesiyle benimsemesidir.

Yazıya mesaj içerikli bir sonuç eklemek isterdim ancak “arife tarif gerekmez” derler. Bir de geornalist adlı siteden “Recep Tayyip Erdoğan giderse gerginlik biter mi?” sorusuna net bir cevap veren paragraf paylaşayım: “Türkiye’deki toplumsal gerilim Recep Tayyip Erdoğan’ın gitmesiyle değil, İslami hassasiyete sahip kitlelerin siyasetten, ticaretten ve gündelik hayattan çekilmesiyle, 1990’lar öncesi sınırlarına geri dönmesiyle olur. O da artık olmayacağına göre Recep Tayyip Erdoğan gitse/devrilse bile en fazla 1 yıl içinde birileri gerilmeye devam edecek.”


Yine her ihtimale karşı söyleyeyim, yanlış anlaşılmasın: Yazdıklarım Ak Parti Hükûmeti’yle ilgili değil, tamamen İslami hareketle alakalıdır.

12 Mayıs 2015 Salı

İlkesel Din: Yaşatılan Değil, Konuşulan İslam

Büyük bir ciddiyetle söylüyorum: Sosyal medyada İslami şeyler konuşmaktan, bu ortama "uygun olmayan şeyler" anlatmaktan korkuyorum. Aranızda benimle aynı derdi paylaşan var mı bilmiyorum ama ne zaman bir şeyler yazmak istesem önce bir düşünürüm.

Namazın/abdestin faziletinden, şükür, sabır veya tahammülden, terbiyeden bahsetmek “basit” kaçar mı diye kaygılanırım. İnternette -bırakın temel dini konuları- ilmin giriş sahasından konular açmayı dahi alim meclisindeki yersiz lakırdı olarak görüyorum. Neden biliyor musunuz? Çünkü sosyal medyadaki herkes alim, herkes muvahhid. Hatta alimden de öte, nasihat gereği bile duymuyorlar (veya bana öyle geliyor). Çünkü buradakiler aşmışlar, namazları huşu içinde, ikindi sünneti kaçmıyor, teheccüdleri de var, vakit buldukça Allah'ı tesbih ediyorlar. Çünkü twitter halkı; oy vermenin hükmünü, tevhid ile şirki, küfrü, cihadın farziyetini, Ortadoğu’daki mezhep çatışmalarını konuşuyor. Çünkü facebook insanı; benimsemediği mezhep imamlarını tenkidle yahut Amerikan emperyalizmini (veya IŞİD’in Kuran'ı yanlış ışiddiğini) kınamakla meşgul. Terbiye, ahlak, samimiyet, hayâ, vakar, emniyet, hoş söz, ilm-i siyaset, dürüstlük vs. buraya "hafif" kaçıyor. Sürekli neyin küfür sebebi, neyin caiz, neyin mekruh olduğunu bilen insanlara ezan okunurken müzik dinlememeyi, gözleri haramdan sakındırmayı, temel sünnetleri hatırlatamazmışım gibi geliyor. Öyle ki; alimlerin ittifak edemediği, bazısının ağır olduğu için içtihad ettiği detay konular, internette herkesin fikir sunduğu ayak altına dönmüş vaziyette. Teorik işlere kafa patlatmaktan ötürü huşuyu yakalayamayan, haliyle dünyada etkisiz eleman modeline uygun olan Müslümanlara dönüştük.

Vaziyet böyleyken bende öyle bir algı oluştu ki buradaki insanlar “biliyor” ve maalesef nasihate ihtiyaç duymuyor gibi geliyor. Neden böyle bir düşünceye kapıldım bilmiyorum, -yanlış da olabilir. Ve ilginçtir şu yazdıklarımı beğenenlerden bazıları, muhtemelen burada anlattığım insanlar olacaktır ki ne demek istediğimi anlamışsınızdır.

Bu olumsuz düşüncenin asıl sebebi; internette yaşanılan ve yaşatılan sahih İslam çizgisini, gündelik hayatta görememektir. Gündelik hayatın içinde, internette sözü edilen (alimler meclisinin gündemi) konular ve insanlar yer almıyor. İslami fikriyatın yalnızca internete döküldüğü, maneviyatın hayatta karşılık bulmadığı bir zamandayız. Tahammül edilmiyor, eleştiriliyor, benimsenmiyor, tartışılıyor, ahkâmlar kesiliyor, küfür ediliyor ve yaşayış zahirde zuhur etmiyor. Mesela yılbaşında kutlama yapan, kredi kullanan, boykot ürünlerini alan, hatta yalan söyleyen Müslümanların sayısı artıyor. Örtü ve sakal, giyim ve duruş, şiar ve bilinç, ahlak ve edeb, hâsılı İslam, kalplere ulaşmıyor. İslam, bilinçli ya da bilinçsiz birileri tarafından; yaşanılan ve yaşatılan değil, anlatılan ve tartışılan ihtilaflı bir din anlayışıyla akla ve kalbe değil, dile yansıtılıyor. 4 yıl önce internet hakkında konuşan annemin tespiti bugün hala geçerliliğini koruyor: "orada insanlar yaşamıyorlar, yazıyorlar." Ünsüz şairin de dediği gibi; "Herkes şiiri bu kadar çok seviyorsa yere tükürenler kim?"

Demek istediğim şudur ki; hayatında hiç Allah ile ilişkisi olmayan gencin tanrı demesi, mezarlığa girerken başını kapatıp çıkışta tekrar açan kadının ölülere saygı duyması, 3 elham 1 kulfü okuyan adamın Kuran’ı hatmetmesi, hastanede yatarken ölümü arzulayan Müslüman ihtiyarın intihara meyletmesi ve daha nice etrafımızda olup biten hadiseler, bilinçli, imanlı, takvalı, mücahid alim tayfasının kol gezdiği internet alemine tekabül etmiyor.

Murat Türker beyin internet sitesinden alıntıladığım şu cümleler de anlatmak istediklerimi daha iyi ifade ediyor (kaynak: http://www.muratturker.net/ilkesel-radikallik.htm):

"İlkeyi pratiğe, prensipleri işleyişe feda etmek bir zihnî savruluştur ama bunun karşı kutbunda da ilkeden ibaret kalan, hayata yön vermeyen, canlılığını yitirmiş bir ‘ilkesel radikallik’ halinin konuşlandığını bilmemiz gerekir. Çok kesin ve net, müzakereye kapalı ilkeleri olan ama bunları fiiliyata taşıyamayan teori mahkûmu insanlar haline geliriz. Ve bu ilkeler bizim kendi dar etki alanımıza hapsolarak bizi hayatın işleyişinden kopuk bir radikalliğe zorlar. Bugün, sosyal medyada veya kendi gettosunda, tamamen teorik bir düzlemde olmanın kışkırttığı söz söyleme şehveti üzerinden, çok katı bir diskurla ilkelilik görüntüsü veren tiplere rastlıyoruz. Fakat bu ‘kuru radikalliğin’ o gettonun dışında hiçbir etki ve geçerliliği ne yazık ki yok. Belki yer yer ve zaman zaman hepimizde türlü tezahürlerine rastlayabileceğimiz bir vakıa bu."


Ve ben sosyal mecrayla sosyal hayat arasındaki farkları gördükçe her geçen gün insanlara bakışı değişen biriyim. Dışarıdaki hayatın twitter ve facebookta yaşanan hayatla pek bir bağlantısının olmadığını henüz görüyorum. Sosyal medyadaki incelik, sokakta yere tükürülürken görülmediği gibi; sokaktaki cömertlik gibi soyutluklar da burada karşılık bulmuyor. 

"Sonumuz hayrolsun" demek güzeldir de, bu cümle genelde kendimizi çaresiz hissettiğimizde söylenir. O yüzden sonumuz hayrolsun.

16 Ocak 2015 Cuma

Bu Bir Terör Saldırısı Değildir

Fransa'daki saldırıya terör damgası vurmak, Hiroşima'ya atılan atom bombasına demokrasi sonucu diye bakarken Pearl Harbor saldırısına terör demekle eşdeğerdir. Eğer buna terörizm diyorsanız gerçek katili görmüyor; Arakan'ı, Myammar'ı, Mali'yi, Suriye'yi, Afganistan'ı, Bosna'yı, Somali'yi, Irak'ı, Filistin'i ve daha nice zulüm altındaki Müslüman memleketini hiçe sayıyorsunuz demektir. İşte terörizm budur.

İsrail Filistin'i yok ederken, ABD yeryüzü coğrafyalarında kafasına göre katliamlar yaparken; Fransa Mali'de, İngilizler Afrika'nın herhangi bir yerinde sömürüye devam ederken; Çin'de Doğu Türkistanlı kardeşlerimiz "Rabbim Allah" dedikleri için zulüm görürken, Myammar'da tek suçları Müslüman olmak olanlar Budistler tarafından diri diri yakılırken, Sırplar Bosna'da yıllarca soykırım yapmışken, Ruslar asırlardır Çeçenleri yok ederken hiç mi düşünmezler? Bir gün başkaldırı ateşi onları kendi yuvalarında yakacak. Fransa'daki saldırıları şiddetlice kınamışlar, peh! Kınayıcıların kınamasından Allah'a sığınırız ve sivillerin hedef alınmadığı her saldırı için saldırı düzenleyen kişileri tebrik ederiz.

Ayrıca müptezel karikatüristleri anma yürüyüşüne katılmış Davutoğlu'nu görmezden gelen, hatta daha menfuru tebrik eden Osmanlıcı arkadaşlara sesleniyorum: Ulan Osmanlı döneminde olsaydık Kanuni veya Yavuz'un böyle bir organizasyona katılabileceğine inanabiliyor musunuz? Osmanlı bu karikatürlerden dolayı savaş açardı, siz hala bıdı bıdı yapıyorsunuz.

Diyorlar ki "Şimdi Fransa Müslümanlara saldırmak için bahane buldu." Belki de tam tersidir; Fransa'nın bu zamana kadar yaptığı katliamlar, bu saldırılara sebep olmuştur. Bir de tersten düşünün. Ve unutmayın! 11 Eylül saldırısı gerçekleştiği için Amerika Irak'ı işgal etmedi, Amerika 1980'den 2000'e kadar 8.800.000 Müslüman katlettiği için 11 Eylül saldırısı gerçekleşti. Tıpkı 11 Eylül saldırısı gibi, Paris'teki saldırı da sonuç değil, sebeptir.

"Batı İslam hakkında ne düşünür??" korkusuyla bir yere varılamaz. Nitekim Batı İslam'ı çok seviyordu, ta ki Paris'teki birkaç necisin ölümüne kadar... Kafirlerin Müslümanlara zulmetmek için bahaneye ihtiyacı yok; ama yaptıkları alçaklıkların bir bedeli olduğunu bilmeye ihtiyaçları var. Avrupa'da camilere neredeyse her gün saldırı oluyor. Daha birkaç hafta önce İsveç'te içinde cemaat olduğu halde 3 cami ateşe verildi. Eğer onlar sizi umursamazken siz onlara en ufak bir musibet dokunduğunda feryadı figan ediyorsanız kendi ahmaklığınıza yanın.

Böyle olaylar sayesinde ne çok batı korkağının olduğunu da görüyoruz. Anlaşılan İslamofobi içimizdeki yavşakları ortaya dökmek için var. Rabbim sana sığınıyoruz. Zalimliğin adı demokrasi, zalime karşı direnişin adı terör olmuş. Ne diyordu Abdülbaki Kömür: "Hümanizm çığlıkları atsın bir yerlerde entel yavşaklar." 

Son olarak; "Bunlar İslam'da yoktur, bu yapılan nebevi metot değildir" diyen avam'a alıştık; fakat kendisini profesör olarak tanıtıp peygamber hayatından bazı ciddi detayları gizleyenleri pek görmemiştik. Bu İslam'da yaşanmış bir şeydir ve talimatı bizzat Allah Rasulü vermiştir. O dönemde Rasulullah ile dalga geçen, tiye alan ve bunu şiir yoluyla yapan Yahudi bir şair vardı ve nihayetinde fitne çıkarması üzerine Allah rasulü hulefai raşidinden 2 kişiyi görevlendirerek o Yahudi şairin kellesini istedi. Bunu kaynaklarda bulabilirsiniz. Sözüm bunlar çok kaka şeyler diyenlere. İlan etme gereği duyuyorum: Açıkçası ben kafirofobiğim. Je suis Musulman!

Not: Şanlı saldırıda ölenlerin hepsi Hayru'l Beşer Sallallahu Aleyhi ve Sellemi en çirkin şekilde karikatürize edenlerdi. Aralarında ölen bir masum bile varsa şüphesiz bunun hesabı ahirette karşılığı ile verilecektir.

7 Kasım 2014 Cuma

Siyasi Düşüncelerle Gözlemlenen Fasık ve Haberine Bakışımız Üzerine Kritik

Hucûrat suresi 6. ayette meâlen şöyle buyrulur: "Ey iman edenler! Eğer bir fasık size haber getirirse onun aslını araştırın..."

Bu ayetten anlaşılan; şeriatın koyduğu sınırlardan dışarıya çıkmayı adet haline getiren birinin (fasığın), getirdiği habere inanmamak değildir. Ayetten çıkan sonuç, haberin doğru olup olmadığının araştırılmasıdır. "Bu haber kesinlikle yanlıştır" demeye mahal verecek bir ifade bulunmamaktadır. Aynı ayetin devamında "bir topluluğa bilmeden kötülükte bulunursunuz" sözü fasık haberci için de geçerli olabilir, yani getirdiği her habere "muteber olmayan, asılsız" olarak bakmak, o fasığı bilmeden zan altında bırakmaya ve kul hakkı ihlaline sebebiyet verebilir. Nihayetinde; haberi getiren şahsın kendisine güvenilmeyecek özellikleri olsa dahi söylediği söz doğru veya haklı olabilir.

Sözgelimi, bir hadisin zayıf kabul edilmesinin sebebi olarak râvisinin adalet ve zabtındaki eksiklik olması göz önüne alındığında, râvi kusurlu olsa da getirdiği hadis metninin doğruluğu mümkündür. Nitekim âlimler, bazı şartlar mukabilinde zayıf hadisle de amel edilebileceği söyler. Burada bahsettiğimiz zayıf hadis ve râviden hareketle, fasık birinin getirdiği habere veya söylediği söze, kişiliğinden ötürü yanlış/yalan/haksız demek doğru olmaz.

Gelelim bunu neden anlattığıma. Günümüze bağlama ve daha iyi tahlil etme açısından bu anlattıklarımın ehemmiyeti çoktur. Her telden ve her türden siyasi savaşın doruklarını yaşadığımız bir evredeyiz. Bu siyaset arenasında hem siyasiler, hem taraftarlar, hem de meraklıları olduğu için haber kaynakları önceliklidir. Fakat doğru kaynak ender bulunmaktadır. Herkesin birbirini fasıklıkla itham ettiği dünya halinde, kimin fasık olduğu, haberinin doğru/yanlış olduğu taraflarca değişmektedir.

X kaynağın verdiği haber, Y kaynağında farklı şekilde lanse edilir oldu. X'i benimseyenler Y'yi yalancı/haksız saydı. Veya tam tersi. Tarafların partizan fikirleri kızıştıkça X'in siyasi duruşundan memnun olanlar, Y'nin siyaseten bütün haberleri uydurduğu görünüşünü ortaklık içinde kabul etti. Fakat kimse Y'nin doğru haber getirebileceği görüşüne inanmıyordu, çünkü X'in desteklediği politikaya, dolayısıyla politikacıya aykırıydı...

Doğru-yanlış/haklı-haksız algımızı, desteklediğimiz politikaya ve popüler siyasi görüşe göre belirlediğimiz sürece karanlıktan aydınlığa ulaşamayız.


“Bir topluluk kendisini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir topluluk için fenalık istedi mi, hiç bir güç onu durduramaz; onların O'ndan başka bir koruyup kollayanları da olmaz.” Rad suresi, 11. ayet

25 Eylül 2014 Perşembe

Müdahale IŞİD’e Mi, Devrime Mi?

Tarihi baştan sona incelersek istemediğimiz kadar örneğini görürüz, arkasına gayrimüslim yabancı bir gücü alanların sonunu... Moğollar, Haçlı seferleri, İngiliz işgalleri ve ABD saldırıları; ümmet coğrafyasını her zaman perişan etmiştir. Sonu kanlı biten anlaşmalarla dolu tarihe bakanlar, bir dış gücün İslam coğrafyasına barış getirmediğini görecektir. Tarih, ibret alanlar için çok nettir.

11 EYLÜL’ÜN SONUCU MU, SONUCUN 11 EYLÜL’Ü MÜ?
1980'den 2000 yılına kadar 26 ayrı ülkede, Amerika 8.800.000 Müslümanı katletti. Birileri çıkıp “11 Eylül saldırısı yüzünden Müslümanlar öldü, yaşanmasaydı bu kadar zayiat verilmezdi, Amerika sebepsiz yere vurmaz” argümanlarını her seferinde kullanırsa ya ikiyüzlüdür, ya ahmak. Amerika veya diğer büyük güç odaklarının boyunduruğu altında yaşamayı zillet olarak gören belli İslam bölgelerine küresel bir saldırı olduğunu görmeyen; bu huzur ve barış ortamının yalandan ibaret, egemenliğin zorba ve gaddar olduğunu düşünmeyen, dininin esaslarına aykırı bulmayan, her direnişi terör eylemi olarak sayan herkes için de geçerlidir bu.

Halen daha 11 Eylül saldırısını saçma, gereksiz ve zararlı addeden ciddi sayıda bir güruh var. Halen daha diyorum, zira İslam coğrafyasının ahvali ortada. Amerika öldürürken sorun yok, ona cevap verilince "İslam kirletiliyor, hepsi terörist"... O zaman soralım: Bu savaşı önce kim başlattı? Yine soralım: 11 Eylül yaşandığı için mi Amerika Müslümanlara savaş açtı, yoksa Amerika Müslümanlara savaş açtığı için mi 11 Eylül yaşandı?

SURİYE VE AMERİKA ÜZERİNE
11 Eylül’e ve Irak’ın işgaline mutabık olamayacak kadar küçüktüm, o zaman için anlayamadım ve göremedim; ama bugün Arap Baharını, Suriye direnişini, direnişin kaynağını, batıyı ve Amerika’yı gördüm, allahualem. Neydi gördüklerim? Maskeler ve ardındakiler, kapitalizmin kuşatıcı baskıcılığı, dünya ekseninin çarkı, maşa devletlerin kilit rolleri…

Son 3 yılda yaşananları özetleyelim. Gerçekleşenler en yalın haliyle şu:
Suriye halkı ve Müslümanlar, uzun yıllardır maruz kaldıkları eziyetin ardından bir devrim girişimine imza attı ve zalimliği köpekliğiyle yarışacak olan Esad'a yeter dedi. Nusra, Devle, IŞİD, Ahraruşşam (ve daha benim bilmediğim silahlı gruplar) gibi camiaların kurulması ve Esad'a başkaldırması, aslında Suriye'de alışılagelmiş şekilde yaşanan kıyamlar sonucunda doğal sürecin bir parçasıydı ve tıpkı Arap Baharı gibi, bir gün bunların yaşanılacağı tahmin ediliyordu.

Çok kanlı savaşlar gerçekleşti. Mücadele her iki taraf için de oldukça zorlayıcıydı elbette. Irak ve Şii tabanlı İran bu savaşa birebir katılırken körfez ülkeleri, Suud yönetimi ve bazı Arap ülkelerinin yanında, o bölgeden bağımsız olmasına rağmen petrol kaynağı ve çıkarı olan devletler ise silah sevkiyatı ve para yardımında bulundu; ilginçtir ki hepsi de Şia’ya mutabık Baas rejimi lehine çalıştı.

Amerika ve batı devletleri yaşanan hadiseleri seyretmekle yetindi, yer yer savaşı kızıştırdı. Ancak bu kez fitne batıdan değil, İslam coğrafyasından çıktı ve birbirimizi yedik. Baas rejimine muhalif gruplar arasında da çatışmalar eksik olmadı. Mezhep savaşına nispetle itikadî bir mücadele yaşandı. Tartışmalar, silahları konuştursa da sonuçta bu gruplar arasından IŞİD, aşiretleri de arkasına alarak halifeliğini ilan etti.

Türkiye askeri ve maddi anlamda bu savaşın neresindeydi, tam bilemiyoruz ancak Türkiye’deki muhafazakârların konumu, iktidarla paralel bir anlayıştı: Terörist IŞİD! Tabi ki sadece IŞİD terörist değildi. Reel politiğe tabii olanların gözünde, dünya sistemini reddedip kendi rejimini kurmak için mücadele veren herkes teröristti. Terörizm yaftası IŞİD’den ziyade, peygamber mührüne, Müslümanca yaşam ve düşünce tarzına, tevhid bayrağına, sakala ve bilumum İslami sembol ve değere verildi; etiket olarak IŞİD kullanıldı.

Suriye’deki çatışmalar daha sonra PKK uzantısı olan PYD ile devam etti ve PKK hiç vermediği zayiatı IŞİD’e karşı verdi. Hilafetin ilanı, IŞİD’in savaş tarzının ürkütücü bulunması, elde durmayacak kadar büyümesi ve benzer etkenler emperyalistler tarafından tehlike olarak addedilmeye başlandı. Sonuçta Amerika ve sözde insani değerlere sahip çıkan Birleşmiş Milletler, Suriye'de son 3 yılda görülen en büyük kıyımın sorumlusu Baas rejiminden ziyade IŞİD’i hedef tahtasına oturttu.

Amerika tarafından "IŞİD’e müdahale" adı altında bir koalisyon kuruldu, o güne dek İslam coğrafyasındaki zalimliklere ve insanlık dışı muamelelere sesini çıkarmayan Arap devletleri de bu organizasyona katıldı. Baas rejimi haricinde, koalisyonu destekleyenler arasında PYD, Lübnan, Şii gruplar ve Arap devletlerinin olması bir sonuca işaret ediyordu: Koalisyonun toplanma ve müdahale etme amacı; sadece IŞİD’i değil, varlığıyla dahi emperyalist sistemi tehdit eden Sünni yapılanmalara gözdağı vermek ve onları akamete uğratmak.

Türkiye'nin; Sünnilerin çoğunlukta olduğu bir devlet olması göz önüne alındığında koalisyona katılmaması bekleniyordu. Ancak Erdoğan askeri destek sağlanmayacağını söylese de, Amerika’ya gittiğinde ters köşe yaparak koalisyona tam destek verileceğini açıkladı.

SONUÇ
Bir kez daha gördük ki batı müdahalelerinin amacı; hiçbir zaman zulme karşı olmak değil, tüm organlarını ayakta tutmak ve kendilerine biat eden yönetimleri savunmaktır. Bu işgal ve katliamlarına uydurdukları kılıfları ise; “barış yolu”, “demokrasi gücü” ve “huzur ortamı” kavramlarıdır. Kurdukları döngüye karşı tavır alanları terörist ilan etmek huylarıdır. Aslında dış dünyadan bağımsız evinde oturup az buçuk televizyon izleyen 60 yaş üstü bir amca bile aslî hedef tahtasında Sünnilerin olduğunu görür.

Hadiseler maskelerin altındaki kuklaları görmemizi sağlıyor. Son 12 yılda Müslümanların yararına yapılan özgürlükler göz dolduruyor. Baskılarla dolu onca yılın ardından kurulan bu “Yeni Türkiye”, muhafazakâr bir lider tarafından yapılınca daha duygusal sonuçları doğuruyor.

Sayısı yüzde 90’lara oynayan Müslüman kesimin başında bir Müslüman var. Buraya kadar ideal bir ülke. Devlet ise demokratik ve laik. Peki Yeni Türkiye’nin sunduğu Müslüman modeli ve devleti nasıl?  Kendisine verilen sınırlar içinde "özgürlüğünün" tadını çıkarıp, yiyip, içip, gezip tozmaktan beyni uyuşmuş, sömürülen halklardan haberi olmayan, laikliğe entegre olmuş, İslamî değerlerle milli değerleri harmanlamış ve kutsallaştırmış vatandaş. Yalnız rest çekmekten anlayan ama şahsi bir tavrı olmayıp diğer devletlere ayak uydurmaya çalışan, demokrasi zokasını yutmuş bir devlet.

Ta 2003'ten beri; Irak tezkeresinde iktidarın tavrı, aslında bizim neden hükümeti desteklemediğimizin açık bir özeti: Ilımlı İslam politikası. Kendi içinde muhafazakâr, dış dünyaya sembolik katkısı olan, Amerika’nın hoşuna giden laik ve demokratik bir ülkeyiz. Bundandır muhalefetimiz.

Türkiye’nin özeti: "Liselerde başörtüsü serbest olmuş, Suriye’de başörtülü bacılarımızın başına bomba yağarken bize ne?"

-----


Ne diyordu Seyyid Kutub: “Batılılardan nefret ediyorum, Amerika’dan nefret ediyorum; ama daha çok Amerika’nın vicdanına sığınan Müslümanlardan nefret ediyorum.”

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Aklımdan Geçmiyor Değil Bir “Güzel Adam” Hikayesi Yazmak

Aklımdan geçmiyor değil 
Bir “güzel adam” hikayesi yazmak.
Güzel, sevimli, edepli bir adam
Şiir yazan, aşık olan bir adam
Aşık.
Kadınlar sever; içinde güzel adamın olduğu hikayeleri
Güzel sevdikleri için adamlıkları güzeldir
Adamı mı, sevgiyi mi severler, bilemem.

Aklımdan geçmiyor değil bazen
Bir “güzel adam” hikayesi yazmak.
Kadınlar sever; duygularını şiirle ifade eden adamları,
Konuşunca ağzından sevda türküsü dökülen romantik adamları
Adamı mı, şiiri mi severler, bilemem.

Yine aklımdan geçmiyor değil
Bir “güzel adam” hikayesi yazmak.
İnandıramasak da biz de biliriz
Güzel adamı yazmayı ve belki de
Onun gibi olmayı 
Biz de biliriz.

Lakin...
Güzel adamlar hikayelerde kalır.
Ama yine de
Kadınlar sever aslında olmasa da 
Hikayeleriyle avunmayı, güzel adamların.

Dünya ise mi?
Dünya; kadınların karşılaşmayı diledikleri güzel adamlardan,
Onların isimlerinden, sevdalarından, şiirlerinden
Daha çirkin bir yer.

Hüzün ki; güzel adamlar ülkesinin bulunamaması değildir.
Çünkü dünya; pembe panjurlu evler,
Buram buram prim kokan romantik kitaplar,
Dillere dolanmış efsanevi harikalar diyarı
Ve şiirler değildir.

Daha kundaktaydın sen henüz belki de
Annesinden zorla ayrılan mülteci çocuk
Babası cumaya giderken kafasından vurulan çocuk
Dar ceplerine ısıtmak için ellerini sıkıştıran çocuk
Bir sıcak ekmeğin kavgasını veren çocuk
Sonu çirkin biten filmin başrolünü oynarken

Daha kundaktaydın sen henüz belki de
Dün paramparça olmuş evinden zor bela çıkıp
Yardım istediği komşusunun, bugün yuvası yok olmuşken
Ve parkında vakit geçirdiği mahallesinin kaldırımında
Şehrine düşen, aslında yüreğimize düşen
Bombalar yüzünden aileden geriye gölgeleri kalmışken

Dağlarına isimler yazılan memlekettir Çeçenya
Bilinir mi ki o dağlar,
Ferhatına mest olmuş Şirinlerce?

Ağlama duvarında ağlayamayan halkın memleketidir Filistin
Bilinir ki bir varilin arkasında oğluna siper olmaya çalışan baba,
İnşirah ferahlığıyla rahatlamaya çalışan gönüllerce?

Yokluğun zirvesindeki memlekettir koca bir Afrika
Bilinir mi ki fotoğraflarının altına acıklı yorumlar bırakılan halklar,
Kapitalizme köle olmuşsa da bundan habersiz olan nankör insanoğlunca?

Aklımdan geçmiyor değil
Bir “güzel adam” hikayesi yazmak
En baba cümlelerle yazılmış,
Var olması ümit edilen

Fakat vurucu cümleler, vurulan bedenlerin yaralarını kapatmıyor bizde.
Her geçen gün
Ve her geçecek gün
Aşık ve romantik şairin yokluğunu değil
Rakamların süsü olmuş cesetlerin varlığını hatırlıyoruz.

Çünkü ölü çocuklar, ölü çocuklardır.
Biliyoruz ve kızıyoruz.

Biz de isterdik dünyanın papatya kokmasını
Ümit etmiştik de
Barış konferansından çıkmış göbeklileri
İyi dileklerde bulunmuş kodamanları
Ceset sayısını az görüp konuşmayan medyayı
Mazlumum derdini bir simgeyle kısıtlayanları
Ve kahrolası zalimleri
Ve kahrolası zalimleri
Ve kahrolası zalimleri
Onların askerlerini, silahlarını, bombalarını, 
Şaklabanlarını, kuklalarını, maskaralıklarını, dincilerini,
Sistemlerini, eziyetlerini, riyakârlık ve enaniyetlerini
Görünceye dek!
Biz de ümit etmiştik
Namlu ucundaki soğuğu yaşamadan.

Her gece ve her karanlık
Sevdiğine kavuşamayan güzellerin değil,
Sabaha çıkar mıyız endişesiyle yavrusunu böğrüne basan
Anne ve babanın hüznüne şahitlik eder.

Çünkü ölü çocuklar, ölü çocuklardır.
Biliyoruz ve kızıyoruz.

Öyle güzel adamlar var ki
Onlar bu dünyanın kara kaplı defterine
Kanla tekbirler yazmıştır
Şayet dünya bir sınav ise
Güzel adamlar artık intikal etmiş demektir.

13 Temmuz 2014 Pazar

Rahatlık; Bize Güzel Konuşmayı ve Zalimi Rahatsız Etmeden Kınamayı Öğretti

İslam dünyası her zamanki gibi ölüyor. "Son zamanlarda biraz rahatız" demek de hata, "hiç olmadığı kadar çok zorlanıyoruz" demek de.

Çeçenistan, Afganistan, Bosna gibi memleketlerdeki zulüm ve buna karşı verilmiş olan veya halen verilmekte olan mücadele, uzun zamandır hepimizin bildiği gerçeklerden. Cezayir, Güney Afrika Cumhuriyeti, Nijerya, Somali, Irak gibi memleketler hakkındaysa ya habersiz olma ya da fasık/batı kaynaklı haberlere itibar etmekten ötürü yanlış bilme durumu var. Doğu Türkistan, Myammar, Arakan gibi memleketler ise kesin şekilde bir mücadeleden bahsedilemeyen fakat eziyetlerin çok yüksek olduğu ve pek çok kimsenin haberdar olduğu yerler. Arap Baharı'nın ardından resmen başlayan Libya, Mısır, Suriye direnişleri konusunda ise pek çok kimse ya olaylardan siyasi şekilde nemalanma peşinde, ya gerçekten neler döndüğünden habersiz, ya da kime destek vereceğini bilemeyecek durumda. Aslında o kadar çok memleket var ki...

İslam coğrafyasında rahat memleket, bir bizimkidir herhalde (kıyısından köşesinden bir de İran). Belki de bu yüzden; rahat olmayı öğrendiğimizden birbirimizi yemeye fırsat buluyoruz. Oturduğumuz yerden İslam coğrafyasında kan ve vahşete sebep olanlara tepki göstermek için facebook postu hazırlıyor,  Kemalistlere çatıp zulmün karşı durmayanlara laf çakarak etkileşim peşinde koşuyor, zulüm ile abad olunamayacağının, evinde iftar yapmak isterken şehit edilen kişinin cennet kapısını araladığının, annesiz kalan çocuğun gözyaşının edebiyatını yapıyor, belki hiç görmeyeceğimiz uzaktaki bir kişinin söyledikleri hakkında onu kınıyoruz. Durum şu ki; rahatlık bize güzel konuşmayı ve zalimi rahatsız etmeden kınamayı öğretti.

“Müslümanların ortak yarasının, hemen herkesin aynı safta olduğunun iddia edilebildiği tek yer Filistin” desek pek de isabetsiz bir iş yapmayız (Kassam füzelerini görünce herkesin sevinç yaşaması buna delalet ediyor). En azından Filistin’deki direnişe ve İsrail’e saldırıya, topluca bir tepki verildiğini görmüyoruz. Yukarıda saydığımız memleketlerdeki direnişin çoğuna genel bir eleştiri getirilse de Filistin konusunda hepimiz İsrail karşısındayız (ümmetin Filistin’e sağladığı bu iltimasın sebepleri uzun bir tartışma konusudur).

Anlatmak istediklerim aslında Filistin veya Müslümanların çoğunlukta olduğu ve eziyet gördüğü diğer bölgeler değil. Konumuz Türkiye Müslümanlarının zulme bakışı ve duruşu. Türkiye’nin rahat bir ülke olduğunu düşünürsek, şuan için kendisinde ağır şartlarda bir yaşam olmadığını görürsek içindeki insanların birbiriyle didişmesinin sebebini de ortaya koyabiliriz. Peki bu insanlar nasıl didişiyor? Örneğin Filistin’e bomba yağarken biz ne yapıyoruz da buna “kendi içimizdeki kavgalar” diyoruz?

Kimisi miting yapar da zalime karşılığını böyle verir; kimisi “meydana çıkıp bağırmakla olmaz bu işler” der. Kimisi slogan atar “katil İsrail, Filistin’den defol” diye; kimisi der “Sahabe bağırmış mı ‘katil Ebu Cehil, Mekke’den defol’ diye”. Her bombalı saldırı haberinin ardından hatırı sayılı kadar kişi “sessiz olun, Müslümanlar uyuyor” diye uyarır. Tabi “Ebabiller nerede kaldı” şeklinde serzenişte bulunanı da var, Suriyeli kadının Gazzeli kadına yaklaştığı, Gazzelinin “Gel kardeşim, ben de 40 yıldır Müslümanları bekliyorum” dediği karikatürü paylaşıp altına yaptığı yorumlarıyla Müslümanlara ayar çekeni de var. İzzetbegoviç’in "her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır" sözünü hepimize kapak yapmak için kullananları atlamıyoruz. Son zamanlardaki trende göre; bombalı saldırılarda ölen çocukların fotoğraflarını paylaşıp “merak etmeyin, sizin çocuğunuz değil” diye bir sosyal içerikli mesaj vermek de var.

Birbirimizin samimiyetine, üslubuna, yaptıklarına dil uzatmakla, onları eleştirmekle o kadar meşgulüz ki kendimizin ne yaptığını sorgulamaya vakit bulamadığımız gibi büyük resmi de göremiyoruz. Şuan herkes İslam’ın mensuplarına açılan saldırılara karşı birbirini dürtükleyip “hadi göster tepkini” diyor veyahut o tepkileri eleştiriyor. Fakat dünya, susanlara susuyorsunuz diyenlerden geçilmiyor. Sonra ne mi oluyor? Egemen ve katil güçlere dersini veremeyen farklı İslami gruplar birbirine saldırarak hırslarını tatmin ediyor. Ama hepimizin elinde koca bir hiç. Asıl meselemiz, olmamız gereken yerde olmayışımız ve bunun dilimize vurması.

Zulme sessiz kalmamak, zalime karşı peygamber tavrını benimsemek, tarafsızlığın namussuzluk olduğunu bilmek, yani kanlı olaylara “duyarlı” olmak ne yazık ki bir süre sonra gösterişe dönüyor. Enlemesine incelediğimizde görüyoruz ki; yapılanları seyretmekten başka elimizden bir şey gelmiyor. Biz her ne kadar boykot mallarını kullananları eleştirsek, boykotun gerekliliğini anlatsak, videolar paylaşıp resimler yüklesek, meydanlara çıkıp lanetler okusak da pratikte gerçekten “durdurma” gücümüz yok. Siyasal arenada İslam’a karşı küresel bir saldırı var ama ne var ki küresel bir direniş ya da savunmamız bulunmuyor. En azından gerçekçi bir yaklaşıma sahip olmak gerek. Müslümanlara yapılan bu haksızlıkları durduramadığımıza göre zalimi alaşağı ettiğine inanılan bela okumalı twitler atmaya, ölü sayısını belirtip “ne zaman dirileceğiz” diye ayar vermeye, hashtagler sayesinde füzelerin atılmasına engel olmaya, duanın tek silah olduğunu düşünmeye ve birilerini harekete geçirmeye ara vermeliyiz.

Net şekilde anlaşılması gereken konular var. Bombaların twitlerle durdurulma ihtimalini unutmak gerek. Esed’in katliamını izleyenlerin, başka Müslümanlarca Netenyahu’ya karşılık vermesini beklemek komik olur. Nihayetinde her saldırı ardından eylemlerimizi değil, söylemlerimizi arttırıyor, güzelleştirme çabası içine giriyoruz. Daha yumuşak dilli olanlarımızsa, tüm sene boykot mallarını kullanıp ağır silahlar devreye girince geçici süreliğine sertleşiyor. Oysa İslam davası ve direniş ruhu; yalnızca bela okumak, coca colayı terk etmek, sms ile yardım göndermek, dramatik fotoğraflara üzülmek, ölünün arkasından edebiyat yapıp dikkat çekmekle sınırlı değildir. Zira yalnızca bunlardan ibaret olursa şuan ki durumdan kurtulamaz, yani kâfirin her türlü zilletini sineye çekmeye, zalimin tahtını hiçbir risk almadan ve rahatını bozmadan devirmeye, kahrolmalarını beklemeye çalışırız.

Ancak bu demek değil ki, sessiz kalacağız. Bu demek değil ki, yardım toplamaktan vazgeçeceğiz. Bu demek değil ki, boykottan bahsetmeyeceğiz. Bu demek değil ki, Siyonizm’in belası ve Filistin’in felahı için rabbe yönelmeyeceğiz. Daha ziyade İslam davası ve ruhunu anlamaya, sonrasında yaşamaya vakit harcayacağız. Çünkü zalimlerin karşılaşmak istemediği hakiki tehlike, bilinçli bireylerin ve bilinçli eylemlerin harekete geçmesidir. Asıl bu bilinç yeniden kıyama kalkarsa batı uygarlığı yenilmeye yüz tutacaktır.


Not: Anlatmak istediklerimi tam anlamıyla ifade edemediğimi düşünüyorum, daha fazla detaya girmek ve anlatmak istediğime ulaşmak için bir şeyler yazsam cümleler tekrar ediyor. Rabbim bu kadarını nasip etti, inşallah yanlış anlaşılmaz.